CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Norveç’in Türkiye Büyükelçisi Gaarder’ı Kabul Etti
Aralık 7, 2023CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Jurgen Schulz’u Kabul Etti
Aralık 13, 2023CHP Genel Başkanı Özgür Özel, TBMM Genel Kurulunda 2024 Yılı Bütçe Kanunu Teklifi Üzerine Konuştu
11 Aralık 2023
Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Özgür Özel’in, bugün TBMM Genel Kurulunda, 2024 Yılı Bütçe Kanunu Teklifi üzerine CHP Grubu adına yaptığı konuşma şöyle:
Sayın Meclis Başkanım, Değerli Divan, Halkların Demokratik Partisinin çok Değerli Eş Genel Başkanları, Milliyetçi Hareket Partisinin Değerli Genel Başkanı, siyasi partilerin Değerli Grup Başkanları, Grup Başkan Vekilleri, Genel Başkan Yardımcıları, kıymetli milletvekillerim ve televizyonları başında bizi izleyen çok değerli halkımız; hepinizi Cumhuriyet Halk Partisi Grubu adına saygıyla selamlıyorum.
Bütçe görüşmeleri hem bu Meclis açısından hem hangi mecliste görüşülüyor olursa olsun son derece önemli, teknik tarafı olan ama bir yandan da bir ritüeli olan, bir yandan rakamların konuşulduğu, ekonomik göstergelerin tartışıldığı ama diğer yandan ülkenin politikasının tamamının değerlendirildiği, tarımdan savunma sanayisine, millî eğitim politikalarından çevre politikalarına kadar tüm bir siyasetin hep birlikte tartışıldığı çok önemli müzakerelerdir. Bütçe konuşmaları elbette yapıldıkları tarihin gündelik tartışmalarını, elbette o günün hararetini barındırırlar. Ama tutanakta yerlerini alıp da yıllar sonra, on yıllar sonra da incelenecek metinler oldukları için aşkın zamanlı metinler olmaları ve geleceğe de söz söylüyor olmaları gerekmektedir. Bu anlamda, bugün cumhuriyetin ikinci yüzyılının ilk bütçesini yapıyor olmak, bu bütçe üzerinde konuşuyor olmak ve bu bütçe üzerinde tam on dört gün boyunca müzakere yapacak olmak bambaşka bir yükü, bambaşka bir sorumluluğu bu kürsüyü iki hafta boyunca burada kullanacak herkesin omuzlarına yüklemektedir. Ben de cumhuriyetin ilk bütçesini yapmış, büyük bir kalkınmayı gerçekleştirmiş, büyük bir sıçramayı başarmış, bırakın sanayileşmeyi, toplu iğnesi bile yokken Sümer Bankları kurmuş, uçak fabrikaları kurmuş, kâğıt fabrikaları kurmuş, bankalar kurmuş, atılımlar yapmış, kendi aşısını üretmiş, aşılarını dünyaya ihraç etmeyi başarmış genç bir cumhuriyetin, ilk dönem kurucu iradeyi temsil eden kurucu kadrolarının kurduğu partinin bugünkü genel başkanı olarak, Cumhuriyetin 2’nci yüzyılının ilk bütçesinde karşınızda olmanın heyecanı ve sorumluluğu içindeyim. Burada, 2024 yılı bütçesini görüşeceğiz ve 2022 yılının kesin hesabını tartışacağız. Parlamentoda 335 arkadaşımız ilk kez bütçe yapmanın heyecanını yaşıyorlar, daha önce 265 arkadaşımızla 5 kez birlikte bütçeleri tartışmıştık. Parlamento ile bütçe, Mecliste yer almak ile bütçe hakkı, egemenliğin kullanılmasıyla bütçe hakkının kullanımı arasında var oluşsal bir ilişki var, birbirini doğuran, birbirinden beslenen ve birbirinden ayrılmaz iki haktan bahsediyoruz. Bütçe hakkı gelirleri, kamu harcamalarını ve giderleri belirleme açısından son derece önemli, son derece kıymetli bir hak. Giderleri belirleyeceğiz, onaylayacağız, denetleyeceğiz, gelirlere karar vereceğiz. “Bütçe hakkı” dediğiniz devletin vergileri toplayan sağ eliyle hizmeti yapan şefkatli sol elinin dengesinin kurulmasıdır. İşte hep beraber, iki hafta boyunca bu dengeyi konuşacağız ve bunun üzerinde tartışacağız. Bu hak ne zamandan beri var? 1215’te, İngiltere Kralı Yurtsuz John, Thames Nehri kenarında ayaklananlarla bir anlaşma imzaladı, o günden beri toplanacak bütçenin toplayan dışında birileri tarafından da tartışılıyor olması gündeme geldi. O anlaşmayı bir çayırda imzaladılar. Bir şatoları olmadığı için, bir sarayda toplanamayacakları için değil, tarafsızlığa ve eşitliğe vurgu yapmak için çayırdaydılar. Daha sonra 1215’ten 1689’a kadar yeniden anlaşmazlıklar, mutabakatsızlıklar, savaşlar, dökülen kanlar, yeni anlaşmalarla bir süreç gitti ama 1689 Haklar Beyannamesi’nde artık bütçelerin bir yıllığına yapılması, toplanacak paraların ve yapılacak hizmetlerin yazılı olarak verilmesi ve bu konuda vergiyi vereceklerin ve hizmeti alacakların rızasının açıkça alınması yani bugün yaptığımız bütçeye benzer bütçelerin yapılması söz konusu oldu ve bunun insanlık açısından en önemli kazanımlardan biri olduğu konusunda anayasacıların hiçbir çelişkisi, hiçbir şüphesi yok. Peki, bunlar yaşanırken bu topraklarda neler yaşandı? Elbette, Avrupa’dan ve dünyadan çok gecikmeli olarak 1808 yılında Sened-i İttifak, padişah ile ayanlar arasında padişahın yetkilerinin kısıtlanmasına doğru bir adım atılabileceğinin beyanı; demokrasi tarihimiz açısından hemen sonuç doğurmayacak olsa da anayasalaşma süreci, anayasa sahibi olma süreci için kritik bir ilk adım gerçekleştirildi. Ardından, 1876 Meclis-i Mebusan‘la birlikte bütçe hakkı elde edildi ama üç ay sonra kapanan Meclis otuz üç yıl boyunca kapalı kalacağı için bütçe hakkının kullanılması, gensoru hakkı, güvenoyu hakkı ancak İkinci Meşrutiyet’le birlikte 1908 yılına kadar beklenerek kullanılabilir hâle geldi ama hiç şüphe yok, 1808 Sened-i İttifak’ın önemi ortada, bu konuda anayasacılar kıymetlendiriyorlar, bütçeciler kıymetlendiriyorlar; bizim gibi bir demokrasi yürüyüşüyle övünenler, bunun sonra bir cumhuriyete, sonra çok partili bir rejime evirilmesinden gurur duyanlar Sened-i İttifak’tan övünerek bahsediyorlar ama Sened-i İttifak’ı sıcak siyaset tartışmasının zeminine çeken, onunla kurulan bir başka ilişki daha var. 2009 yılıydı, Adalet ve Kalkınma Partisinin Sayın Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan çıktı ve dedi ki: “Bu millete iki yüz yıldır istikamet dayatıyorlar.” O gün iki yüzyıl geriye gidilince karşımıza Sened-i İttifak geldi, padişahın yetkilerinin kısıtlanması ve tek adamın yetkilerinin ilk kez tartışılması. Şimdi, o tek adam rejiminden demokrasiye geçiş konusunda Recep Tayyip Erdoğan’ın temelden bir itiraz yaptığını burada kayda geçirmek isterim. Peki, benzer bir yaklaşım da her ne kadar saygıdeğer Meclis Başkanımız bugün tarafsız bir riyaset makamında oturuyor ve sıcak tartışmaların içine girmiyor ya da girmemesi gerekiyor olsa da kendisinin bu partisinin Genel Başkan Vekilliği yaptığı sırada sahiplendi/ği bir tanımlamayı da hatırlayarak sözlerimi biraz daha açmak isterim. Sayın Numan Kurtulmuş şöyle der: “Biri genç Türklerden başlayıp bugünkü CHP’ye kadar gelen bir siyasi akım ve onun karşısında her aşamada yüz elli yıldır onlarla karşı karşıya gelmiş ikinci bir siyasi akım var. Türkiye’de 2 ana yol var, biri genç Türklerden CHP’ye giden yoldur, biri de bizim yolumuzdur.” der bunu 1 kez, 2 kez değil, görevi icabı Anadolu’nun dört bir yanında tekrarladı.
Biz bu karşıtlıklar üzerinden bir siyaset örmeye bugün için pratik bir fayda yüklemesek de Numan Bey’in ortaya koyduğu o 2 yolun nereden başlayıp nelerle karşılaşıp nereye vardığını da hatırlamak gerekiyor. Örneğin biz Anayasa’yı ve Meclisi savunan yoluz, diğer yol meşrutiyetin ilanından sonra Meclisi otuz üç yıl kapalı tutan yoldur; biz İkinci Meşrutiyet için canını ortaya koyanların yoluyuz, diğer yol Damat Ferit Hükûmetinin yoludur; biz Sevr’i yırtıp atıp Lozan’ı yapanların yoluyuz, diğer yol Sevr’e imza atanların yoludur. Biri İstanbul fetvasıyla Mustafa Kemal ve arkadaşlarına idam isteyenlerin yoludur; diğeri, Ankara Fetvası’yla Millî Mücadeleye’yi sahiplenenlerin yoludur. Biri, Millî Mücadele aleyhinde bildiri yayınlayıp İngiliz uçaklarından attıran İskilipli Âtıf’ın yoludur; diğeri, Ankara Müftüsü, Millî Mücadele’ye destek olan Rıfat Börekçi’nin yoludur. Biri, 6’ncı Filo gelince ona karşı direnen solcu öğrencilerin karşısına dikilenlerin yoludur; bizim yolumuz, 6’ncı Filoyu denize dökenlerin yoludur. Bizim yolumuz, meşrutiyetler ilan eder, meclisler kurar, tek adamın yetkilerini millete, Meclise verir; diğer yol, 16 Nisan, rejime kasteden Anayasa değişikliğiyle bu Meclisin elinden sözlü soruyu, gensoruyu, güvenoyunu ala, Meclisin yetkilerini saraya devreden yoldur.
Bugün bu tartışmanın; Türk demokrasi tarihi açısından iki yüz yıllık, dünya demokrasi tarihi açısından sekiz yüz yıllık kazanımlardan dramatik bir geri gidişe itiraz olduğunu tespit etmek isterim, tutanaklar önünde bu itirazı kayda geçirmek isterim ve hatırlatmak isterim ki: Cumhuriyetin ilk çeyreğinde cumhuriyetin ilk bütçelerini Cumhuriyet Halk Partisi yaptı. Cumhuriyet Halk Partisinin, cumhuriyetin kurucu kadroları devleti gerçek anlamda güçlendirmenin en temel yolunun güçlü ve millî bir ekonomi yaratmak, toplumun refahını yükseltmek olduğunu gayet iyi biliyorlardı. 1923’te İzmir İktisat Kongresi’ni toplayarak başladılar, toplumun tüm paydaşlarını bu kongreye dâhil ettiler. Alınan kararlar ışığında, ülkede sermayenin çok kıt olduğu gerçeğine rağmen, önce ulaşım altyapısını oluşturdular; bütün Türkiye coğrafyasına yayılacak şekilde temel ihtiyaçların üretimi için fabrikalar, bankalar, ekonomik teşekküller kurdular. İşte, bu öngörülü ve kararlı akıl, 1929’da, dünya ekonomik krizine, anında ve doğru tepkiler vererek genç cumhuriyetin erken dönem kazanımlarını korumayı başarıyordu. Hepimizin hala övünerek söylediği Onuncu Yıl Marşı’ndaki demir ağlarla örülen memleket, okuma yazma ve eğitim seferberliğiyle her yaştan yaratılan genç nüfus, kurulmuş yüzlerce kamu iktisadi teşekkülü, üretime dayalı bir ekonomiyle ülkemizi hızla kalkındırdı; Türkiye ekonomisi on beş yılda tam yüzde 196 büyüdü. Türkiye ekonomisi büyürken ve başarıya ulaşırken cumhuriyetimizin kurucu kadrolarının feraseti ve öngörüsüyle ülkemiz, İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalmayı, bir büyük yıkımdan, bir büyük savaştan, belki toprak kayıplarından, bir kenarda oluşan millî bakiyenin de ortadan kalkmasından bu toprakları ve genç cumhuriyeti koruyordu. İkinci Dünya Savaşı oldu ve savaşın taraflarından askerî olarak kazananlar oldu ama ekonomik yıkım büyüktü. Bu ekonomik yıkım sırasında birileri hızla kalkınmaya, yaraları sarmaya, sanayileşmeye, bilime ve akılcı kalkınma programlarına sarılırken maalesef o dönemden itibaren artık Türkiye devrimcilik ilkesinin de ruhuyla, büyük bir seferberlikle hem iktisadi hem insani hem siyasi hem de sosyal alandaki Cumhuriyet Halk Partisinin yaptığı devrimlerden ve yaptığı bütçelerden mahrum kalacaktı. Cumhuriyetin ilk yüzyılının ilk çeyreğindeki bu büyük atılımdan sonra Cumhuriyet Halk Partisi uzun süre tek bütçe yapamayacak; tek başına bütçe yapma, millî ekonomi yaratma, bu değerleri savunma, bu anlayışla yol yürüme imkânından ülke de mahrum kalacaktı.
Adalet ve Kalkınma Partisi cumhuriyetin ilk yüzyılının son yirmi beş yılında, neredeyse son çeyreğinde bütün bütçeleri yaptı ve Adalet ve Kalkınma Partisi bu bütçeleri yaparken özellikle şu hedefi ortaya koyuyordu: Biz, Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyanın en güçlü 10 ekonomisi içine sokacağız. Bugün üzülerek görüyorum ki bu bütçe cumhuriyetin ilk çeyreğini kalkındıran, zenginleştiren, millî ekonomiyi güçlendiren bütçeleri örnek almak yerine son yirmi yıldaki yoksullaştıran, işsizleştiren, emeği ucuz iş gücü hâline getiren, gelir adaletsizliğini büyüten, enflasyonla mücadele yeterliliği göstermeyen bütçelerin bir tekrarı.
Elbette burada kürsüye on dört gün boyunca çıkacak ve bu bütçeyi destekleyecek çok değerli hatipler olacak. O hatiplerin önemli argümanlarından bir tanesi de Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarlarında yirmi bir senede 540 milyar dolar kamu yatırımı yapılmış olması olacak. Matematiksel büyüklüğe baktığınızda çağrıştırdığıyla gerçekten övünülecek bir durum: Türkiye coğrafyasında 7 bölgeye dağılmış on binlerce fabrikanın, büyük atölyelerin, istihdam ve katma değer yaratan, çağı yakalayan yatırımlarının olduğu, ulaşım altyapısının çözüldüğü, hiçbir vatandaşın açlık sınırında yaşamadığı, üniversitelerin bilim ve teknoloji ürettiği, depreme, sele, her türlü afete dirençli kentler hâline geldiği bir ülke beklenir. Dünyanın yirmi yıl gerisinden teknoloji hamleleri yapmakla övünmek yerine kendi ihtiyacımız olan yüksek katma değerli, inovasyona dayalı yüksek teknolojiyi, örneğin, yerli ve millî çipimizi üretebildiğimiz, ihracat edebildiğimiz, tüm ihtiyacımızı karşıladığımız bir sürece katkı sağlasaydı keşke bu ortaya konulan kamu yatırımları ama bunların hiçbirinin ortada olmadığını ve bu bütçenin de böyle bir vizyon taşımadığını hep birlikte görüyoruz. Biraz önce bahsettiğim bir hayal, Adalet ve Kalkınma Partisi geldiğinde hızla ortaya koyduğu bir hedef. “İlk 10 ekonominin içine gireceğiz.” Ne zaman? “2023’te.” 2023’teyiz, bütçeyi konuşuyoruz, bütçeden sonra yıl değişecek ve hedef ilk 10 ekonominin içine girmekken bu ülkenin ilk 20 ekonomi içinde tutunmaya çalıştığı bir süreci hep birlikte yaşıyoruz. 2023 yılı için Adalet ve Kalkınma Partisinin ortaya koyduğu kişi başına gayrisafi millî hasıla 25 bin dolarken bu, 2022’de 10.616 dolar olarak gerçekleşti ve hedefin yarısında bile değil. Yine geldiklerinde, Türkiye’nin 74’üncü sırada olan kişi başına millî gelirini ilk 50 içine taşımayı vadederlerken bugün 78’inci sıraya gerilediğimizi… Yani burada acımazsızca eleştirdikleri ve “Türkiye’nin en kötü yönetilen ekonomisi” diye ifade ettikleri üçlü koalisyon hükûmeti kişi başına millî gelirde ülkeyi 74’te bırakmışken bu ekonomiyi harika yöneten arkadaşlar, 78’inci sıraya geriletmiş olarak bugün karşınızda bütçe sunumu yaptılar. 2023 yılındaki ihracat hedefi 500 milyar dolardı, bu kürsüden okundu ama şu anda bunun yarısına da ulaşılabilmiş değil. Yine 2023 yılının ekonomi toplam büyüklüğü 2 trilyon dolar olarak ifade edilmişti, bugün bu rakamın yarısı noktasındayız. Burada görünen bir gerçek var: On yıl önce konulan 2023 hedeflerinden bugün 2053’e hatta belki 2071 yılına referans gösterilecek kadar kendinden de ümidi kesmiş bir iktidarla karşı karşıyayız.
Şimdi gelelim gündelik tartışmaların çokça konuşulduğu süreçlerden birkaç kesit almaya. Elbette önemliydi, zorlayıcıydı, bu Meclisten kayıplarımız oldu, bu ülkeden oldu; Allah hepsine rahmet eylesin. Bir pandemi yaşadık. Bütün dünya bu pandemiyle, büyük bir sağlık tehdidiyle yüzleşti. Bundan sonra da böyle tehditlerin olacağı hatta bu yüzyılın pandemiler yüzyılı olacağı dünyadaki çok sayıda bilim insanının ortaklaştığı bir kabul. Hükûmet buna karşı biyoteknolojiye, medikal teknolojiye selektif yatırımlar yapması gerekirdi, yapmadı. Rusya-Ukrayna savaşı, büyük bir enerji kriziyle ve gıda kriziyle karşı karşıya bıraktı. Enerji ve gıda güvenliğine yönelik stratejik yatırımların yapılması beklenirdi, bu yatırımlar yapılmadı. 10 binlerce yurttaşımızın hayatını kaybettiği bir depremle yıkıldık hep beraber. Arama kurtarmada, kurtarılanı yaşatmada, yaşatılanı barındırmada, barındırılanı eski hayatına döndürmede ikinci bir felaketi yaşadık hep beraber. Bundan ders almak; hızlı, kararlı, bilimsel, doğru adımlar atmak gerekirdi. Seçime endeksli bir hız vardı, seçim kazanma kararlılığıyla bolca vaat vardı ama bugün Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısının verdiği rakam da Osmaniye Valisinin ilan ettiği rakam da Hatay Raporu’nun ortaya koyduğu rakam da depremden etkilenen 10 ilde 6 Şubat tarihinde her 10 kişiden 9’unun barınma sorunuyla karşı karşıya olacağı; çadırda değilse konteynerde, konteynerde değilse çakma bir barakada olacağı… Ama “Bir yıl içinde evlerine ulaşmak isteyenler bize oy versin.” diyenlerin oyu aldıkları kişilere -10 kişiden 9’una- devlet sözünü yerde bırakarak hepimizi mahcup ettiklerinin de altını çizmek isterim.
Dirençli kentler için bilimsel ve doğru adımlar atılmalıydı, atılmadı. Sosyal devleti savunan, verimli üretimi ve sosyal politikaları önceleyen, yaşam hakkını hayatın her anında ve alanında sahiplenen bir siyasi parti olarak gıda krizine, sağlık krizine, barınma krizine, enerji krizine çözüm üreten bir bütçeyi görmek, incelemek istedik ama böyle bir bütçe Meclise sunulmadı. Hatırlatmak isterim ki 2024 bütçesi, cumhuriyetin 2’nci yüzyılının ilk bütçesi olmasının öneminin yanında, 6 Şubat yıkımından sonra ilk kez yapılan yıllık bir bütçe olmanın sorumluluğunu da taşımaktadır. Bu bütçe, cumhuriyetin ilk yüzyılının ilk çeyreğindeki gibi bir bütçe olsa örneğin Sümerbankların, şeker fabrikalarının, limanların, uçak fabrikalarının bütçesi olsa, bizi kıskanan Almanya’nın durumuna benzer bir durumda oluruz. Bakın, elimde çok basit bir karşılaştırma var: Almanya’da en çok vergi veren 6 şirket Volkswagen, Daimler Chrysler -Mercedes üretiyor- BMW, E.ON Energy, Deutsche Telekom ve Siemens. Türkiye’deki ilk 6 şirket maalesef bunlarla rekabet eden şirketler değil, bunlar: Merkez Bankası, Ziraat Bankası, İş Bankası, Yapı Kredi, Garanti Bankası ve Vakıfbank. (Bir tarafta bizi kıskananların üretime dayalı kâr eden fabrikalarından aldığı vergiler; bir tarafta kredi kartına temerrüt faizi uygulayanların, esnafın geri dönmeyen kredisine faiz uygulayanların, haciz uygulayanların, ödenmeyen krediler yüzünden ipotekli tarlaların satılıp kârları şişen kamu ya da özel bankaların. İşte bir bütçe konuşurken en temel mesele kızılıp söylenilecekse buna kızıp buna söylenmek, buna tepki göstermek, bunu düzeltmek gerekiyor.
Şimdi gelelim Türkiye’nin bu bütçeyi konuşurken elbette ki girişte söylediğim gibi yapılacak yatırımları konuşmak önemli ama bütçenin bir tarafı da devletin sağ eli, yani vergi politikaları ve vergi adaleti. Vergi, kamu hizmetlerinde harcanmak üzere devletin genel ya da yerel yönetimler eliyle doğrudan ya da dolaylı olarak topladığı tüm gelirlere “vergi” diyoruz. 6 Şubatta yaşadığımız -dedim ya, bu, depremden sonraki ilk yıllık bütçe- depremin genel olarak kabul gören bir hesaba göre bize toplam maliyeti 120 milyar dolar. Bu, önemli bir yıkım ve bu yıkımın altından kalkmak için motorlu taşıtlar vergisi ikinci kez alındı, tüm ürünlerin KDV’leri en az 2 puan artırıldı, birçok harç yükseltildi. Örneğin, yurtdışından gençlerin getirdiği cep telefonlarının kayıt ücreti önce 2 bin liradan 6 bin liraya, sonra 20 bin liraya kadar çıktı. İrdelenmezse, üzerinde konuşulmazsa “Ya, bu kadar büyük yıkımdan sonra böyle bir parayı toplamak için elbette yapılacak bunlar.” diyebilirsiniz ama arkadaşlar, ya, birisi çıkıp da size “Bu para zaten bizde vardı.” derse “Bu para vardı, cebimize girmek üzereydi ama iktidar birilerinin cebine girsin diye bu parayı devletin kasasına sokmadı.” derse; son beş yılda vazgeçilen gelirlerden bahsediyorum, tam 152 milyar dolar. Dile kolay, 6 Şubat depremi 120 milyar dolar kayıp yaratıyor, son beş yılda vazgeçilen vergilerin toplamı 152 milyar dolar. Burada 5’li çetelerden, yandaş müteahhitlerden, devasa ihaleleri nasıl bu kadar ucuza aldığına şaşırılıp sonra bir gece yarısı Plan ve Bütçe Komisyonuna son dakika önerisiyle birikmiş vergi borçları affedilen devasa yapılardan, onlardan alınmaktan vazgeçilen paraların toplamından bahsediyorum. Ve son bir örnek, yaşadığınız bir örnek; daha geçen hafta KDV iadelerini belirleme yetkisi Anayasa’ya açıkça aykırı olarak… Vergi ve vergiden vazgeçme bu Meclisin terk edemeyeceği yetkisidir arkadaşlar, bunu bilmeyen bu Meclisin yolunu bilmesin. Ama bu yetki gidildi, yürütmeye devredildi, yürütmenin başına devredildi. İşin kötüsü, KDV iadesinin kime yapılıp kime yapılmayacağına bir partinin genel başkanı karar verecek; hem sistemin çarpıklığı hem Anayasa’ya aykırılık bir araya geldiğinde bir partinin genel başkanına birinin cebine para koyma, birinin cebine para koymama yetkisinin verildiği bir tuhaf durumla karşı karşıyayız.
Ülkemizde vergi sistemine ilişkin eleştiriler iki noktada yoğunlaşıyor. Bunlardan birincisi, dolaylı vergilerle doğrudan vergilerin oranı. 100 lira vergi toplanıyor Türkiye’de toplam; bu vergilerin 68 lirası dolaylı vergiler, 100 lira verginin 68 lirası kazanandan, kâr edenden, gelir vergisi, kurumlar vergisi olarak değil de tüketimi sırasında alınan vergi olarak alınıyor yani zengin ve fakir ayırt etmeden, holdingin patronu ile kapıdaki güvenlikçisi aynı vergi sistemine tabi. Benzin alan taksici şoförden, mazot alan çiftçiden, çocuğuna mama alan babadan, çocuğuna bez alan işçi kadından, su tüketen emekliden ve yanan kaloriferi için doğal gaz parası ödeyen genç, baba parasıyla okuyan öğrenciden alınan vergilerin oranı yüzde 68, geriye yüzde 32 kalıyor değil mi? Bunu da düşünüyoruz ki e, kazananlar verecek, bunu artırmamız lazım. İkinci itiraz, dolaylı olmayan vergilerin kendi içindeki dağılımı. Geriye 32 lira kaldı ya, bunun 21 lirası yine, çocuğuna bez alan işçinin maaşından, öğretmenin maaşından, emeklinin maaşından yani çalışanların maaşlarından kesilen gelir vergisi. Geriye tüm Türkiye Cumhuriyeti’nin 100 liralık vergisinin 11 lirası üretim yapanlardan, para kazananlardan, ihracatçılardan, tacirlerden yani kazandığı paradan ödedikleri vergi. İşte bu mesele Türkiye Cumhuriyeti açısından, gelip de burada yemin eden, hangi partiden olursa olsun her milletvekili açısından geceleyin yastığa başını koyduğunuzda uykunuzu kaçıracak mesele budur arkadaşlar. Buna itiraz ediyor musunuz, böyle bir bütçeye oy mu veriyorsunuz? Bu akşam buna karar vereceksiniz.
Hâl böyleyken bir de işin bu taraflarına değil de bu tarafına söylenecek bir şey var: Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcım, seçimden önce defalarca “Gelecek.” dediğiniz gelmeyen, seçim garantisi isteyen, seçimden sonra yetki isteyen, “Ben bilirim.” diyene “Öyle dersen olmaz, bunu dünyanın bildiği gibi yapacağız.” diyen, kendi deyimiyle irrasyonel politikaları terk edip rasyonel işler yapacak olan Bakanınız Mehmet Şimşek var ya, daha geçen hafta “Vergiyi tabana yaymak durumundayız.” dedi. Ya, bir ezberden kurtulup yüzde 89’unu garibanların, yüzde 11’ini kodamanların verdiği bu vergi sistemini artık tabana değil tavana yaymanın zamanı gelmiştir, beyefendiye onu hatırlatın.
Değerli milletvekilleri, değerli arkadaşlar; bu konuştuğumuz konu gerçekten iç daraltıcı bir konu ama emin olun ne tekniktir ne teoridir tamamen siyasidir. Siyaset öncelik belirleme işidir, siyaset tarafını belirleme işidir, siyaset taraf olma, taraf tutma işidir. Şimdi bu bütçede eğer siz bu yüzde 89’u veren garibanlardan taraf olacaksanız bu bütçeye bizimle birlikte “hayır” diyeceksiniz, yok “Bu kirli düzen sürsün.” diyecekseniz o zaman “Yüzde 11 11’de kalsın.” deyip bu beyefendilerin getirdiği bu bütçeye “evet” diyeceksiniz, bu vicdanınızla sizin aranızda olan bir şey.
Cumhuriyetin ilk bütçesini yaparak büyük bir kalkınma başlatan Cumhuriyet Halk Partisi, cumhuriyetin 2’nci yüzyılının ilk bütçesine vergi sistemini orta ve alt gelir gruplarına yük getirmeden değiştirecek. Vergilendirilmeyen gelirlerin ve kesimlerin vergilendirilmesiyle yeni kaynaklar yaratacak, bu kaynağı özellikle kalkınma hamlesi başlatmak ve alt, orta kesimin gelirini arttırmak için kullanacak, kaynak kullanımında tam bir şeffaflık gerçekleştirecek, kamu politikalarında güven sağlayacak düzenlemeleri, maddeleri, kalemleri, fasılları, tabloları görmediği için Plan ve Bütçe Komisyonunda bu bütçeye ret oyu vermiştir. Genel Kurul aşamasında da adaleti olmayan bu bütçenin karşısında duracak ve tarafını açıkça belli edecektir. Biz, beyaz, gri, mavi yakalı tüm emekçilerden, emeği ister plazada, ister tersanede, ister madende sömürülsün tüm çalışanlardan, tüm yoksullardan, tüm dezavantajlı gruplardan, 7.500 TL’nin reva görüldüğü emeklilerden, esnaftan, çiftçiden ve işçiden tarafız. Bu bütçeyi getirenlere soruyorum: Siz kimden tarafsınız? Bu bütçeyi oylayacak olanlara soruyorum: Siz kimden taraf olacaksınız?
Biraz önce vurguladığım gibi, vergide adalet teknik değil, siyasidir ama işin teknik tarafları nasıl işliyor biraz da ona bakalım. Büyük bir ekonomik kriz yaşadığımız bu dönemde, bu memleketin yani “Hepimiz aynı gemideyiz.” diyor ya geminin henüz batmamış olmasını sakın kaptanın maharetine bağlamayın; bu geminin büyüklüğünden, ne kadar sağlam inşa edildiğinden ve bugüne kadar bu gemiyi yüzdürenlerin emeğinden, bilgisinden, deneyiminden, tecrübesindendir.
Bütün dünya pandemiyle birlikte, pandeminin ortak bir sonucu olarak enflasyon denen bir ekonomik sorunla karşı karşıya geldi. Bütün dünyanın ekonomistleri, ekonominin bir bilim olduğunun gerçeğinden hareketle rasyonel politikalarla bununla mücadele etmeye başladılar. Amerika enflasyonu yüzde 9’lardan çevirdi. Deniyordu ki: “Amerika’da da enflasyon çok yüksek.” Avrupa yüzde 7’lerde durdurdu ve geri döndürdü ama Türkiye’yi burada dünyadan ayrıştıran bir tuhaf özgüven, bir kibir, bir iş bilmezlik, bir eleştirilemezlik hâli, bir yanına sokulup da doğruyu bile anlatamazlık, denetlenemezlik durumu, önceki Bakanın tanımlamasıyla “heterodoks” bugünkü Bakanın tanımlamasıyla “irrasyonel politikalar”a bizi yönlendirdi. Paramız hızla değer kaybetti, enflasyon yükseldi, rezervlerimiz eridi, yurttaşlarımız yoksullaştı ve sonuç olarak orta direk ortadan kalktı. Eskinin orta direği olan esnaf, memur, işçi artık yoksul, eskinin yoksulları ise derin yoksulluğun çaresizliği içinde. Eskinin orta direği iş bulduktan iki yıl sonra bir elden düşme araba, beş yıl, bilemedin on yıl sonra yarısı peşin yarısı taksitle bir eve başını sokabiliyordu. Bugün Türkiye’de yaşayan babasından miras kalmamış, annesinden bir miras kalmamış, evi olmayan hiçbir yeni işçinin bir ev sahibi olma, hiçbir profesyonel meslek sahibinin kendisine ait bir aracının olmaması ümitsizliği Türkiye’deki orta direğin düştüğü durumu göstermektedir. Öyle bir noktadayız ki tamam, yüz yıl önce kurucu kadrolar “Cumhuriyet kimsesizlerin kimsesidir.” dedi, bu gururu taşıyoruz ama o cumhuriyeti bugün yönetenler sadece size değil, hepimize birden dağılan bir pazar yerinden dökülmüş, ezilmiş domatesleri toplarken yüzünü saklayan kişinin değil, onun yüzüne bakamayacak utancı hepimize yaşatacak bir düzeni kurdular, bir düzeni dağıttılar. Çocuğuna bez alamadığı için aylarca naylon bağlamış anneye doktor “Sen ne yaptın?” deyince “Sen benim yerimde olsan ne yapacaktın?” diyor. Uzun kuyruklar var -ikinci gün- bayatlamış ekmeğin kuyruğu taze ekmek kuyruğunun 20 katı. Siftahsız dükkân kapatan esnaflar; ürünü tarlada kalan; limonu, portakalı narenciye bahçesinde kalan Hataylılar, Antalyalılar, Mersinliler; yeterli beslenemeyen çocuklar, hepsi… Dedim ya “Siyaset öncelik belirleme işidir.” Onların sorunu enflasyon falan değil, onların sorunu Hükûmetin önceliğinde olmamak, Hükûmetin tuttuğu tarafta olmamak, iktidarın tuttuğu tarafın kendi tarafları olmaması. Bugün işte o kimsesizlerin kimsesi olan cumhuriyetin kurucuları karar verirken bir de yön tayin ettiler. Hani “Siyaset öncelik belirleme işidir.” dedim ya, bir onun kadar önemli, yön tayin etme işidir. Onlar yön tayin ederken “Muasır medeniyetleri yakalayın ve geçin.” dediklerinde Batı’yı bir yön olarak değil, bilime, çağdaşlığa, hukuka, iyi kamu yönetimine işaret ederek o yönü ifade ettiler. Şimdi o yöne bakınca mütevazı liderler, mütevazı evler, mütevazı konutlar ama 45 bin millî gelirlik zengin halklar var. Ki Avrupa Birliğini alıyorum ve yeni üyelerin aşağı çekmesiyle… Biraz daha İskandinav ülkelerine giderseniz 70 bin dolarlardan bahsedeceksiniz. Ama o yöne gidemeyip de hepsiyle kavga edip de Avrupa Birliği hayalini kaybedip de “Gerekirse kendi kriterlerimi yaparım.” deyip de geminin rotasını Batı’dan Doğu’ya çevirip de Şanghay İşbirliği Örgütünü işaret ederseniz işte, orada şatafatlı saraylar, güçlü liderler, bolca korumalar ama kişi başına 4.500 dolar var. 10 kat fazla olan millî gelir, onda 1’i olan millî gelir; işte, siyaset tam da böyle yön belirleme işidir. Bizim yönümüz, hukukun, güçlü devletin, kuvvetler ayrılığının, bilimin yani 45 bin doların yönüdür; sizin reva gördüğünüz yön 4.500 doların yönüdür.
Şimdi bir başka tartışmanın içine girelim isterseniz, doğru mu yaptık, yanlış mı yaptık, sufleyi oradan veriyor. Biz bir zamanlar Almanya’yla aynı millî gelirdeydik, bugün 6 katımız; Amerika’yla aynı millî gelirdeydik, bugün 7 katımız. Bakın, kurtarmaya gittiğimiz Güney Kore yarımızdı, bugün 3 katımız. Yani bizi 6’ya katlamayan herhangi biri yok, hani o kendilerinin binmeyip de ürettiği en pahalı 10 tanesinden 2’sini bizim aldığımız Mercedes’ler otobanda yanınızdan nasıl geçiyorsa öyle geçip gittiler yanımızdan. İşin kötü bir tarafı var, şimdi sırada arkadan hızla yaklaşan Vietnam var, Tayland var, Polonya var. Eğer “Ben bilirim.”e devam edilirse, “En büyük ekonomist benim.”e devam edilirse, “yön” diye hukuk değil de inat, “yön” diye kuvvetler ayrılığı yerine güçlü tek adamlar, “yön” diye birlikte karar veren devlet sistemi yerine tek kişinin aklıyla sınırlı kalınırsa yanımızdan bu sefer Vietnamlar, Taylandlar geçmeye başlayacak ve yıllar sonra bir başkası çıkıp bunları konuşacak bir kürsü, bunları anlatacak bir Meclis ve bundan ders çıkaracak ve düzeltecek bir demokrasi olmayacak. O yüzden hepimizin aklımızı başımıza alıp bu meseleyi baştan düşünmemiz lazım.
Biz tüm kamu politikalarını gözden geçirip yaygın deyimiyle inovasyon yani yenilikçilik politikalarını tüm mekanizmaların parçası hâline getirmezsek hızla kalkınan ülkelerle aramızdaki fark bugün 2 kattan fazladır ve bizden sonraki nesillerin kapatamayacağı bir fark oluşacaktır, çağ öyle bir çağıdır. Bugüne kadar 5 fırsat dalgası kaçmıştır; su gücünün getirdiği üretim üstünlüğü, buhar gücünün getirdiği avantaj, elektrik, petrokimya ve yazılım, hep birlikte bunları kaçırdık. Şimdi 6’ncı fırsat dalgası yeşil dönüşümdür, dijital dönüşümdür. Bu bütçenin ve önümüzdeki bütçelerin bu dalgayı da kaçırmamak için hazırlanması, bu ülkenin bu bilinçle yönetilmesi gerekmektedir.
Tabii, siyasi tercihlerden, hatalardan, tespitlerden, önerilerden bahsettik. Peki, bir de şu anda gerçek olan cari durum, fiilî durum var. Hiçbirimizin reddedemeyeceği bir şekilde Türkiye’de bugün bir suç ekonomisi de gündemde. Ekonomide siyasi tercih olması gereken yerden, taraftan kullanılmadığı için, yapmış olduğunuz tercihler ekonomi yönetiminde yetkin, mahir isimler olmadığı için, bu hatalarla, bu inatlarla felakete sürüklenen ekonomi için bambaşka çarelere bambaşka yollara sapıldığı için bugün memlekette bir suç ekonomisi var. Buradaydık, 15 Temmuz akşamından bir gece önceydi, gece üçtü “Yapmayın, etmeyin.” Dendi “Bu, kara parayı getirir, kötü para iyi parayı kovar.” dendi, gecenin üçünde ertesi haftaya bırakıldı. 15’inde kanlı darbe girişimi yaşandı, bu Meclis bombalandı, şuracıkta vatan evlatlarının üstünden tanklar geçti, Meclis salı günü açıldığında ilk olarak varlık barışı yasası getirildi. Nasıl bir aciliyeti, nasıl bir önemi, kime, nasıl bir mahkûmiyeti, nasıl bir mahcubiyeti varsa ilk elden geçirildi. Türkiye’ye kara parayı takibatsız ve tarhiyatsız bir şekilde davet ediyordu ve inceleme, soruşturma ve kovuşturma yapılmayacağını, vergi cezası, idari para cezası kesilmeyeceğini güvence altına alınıyordu ve diyordu ki: “Parayı getir, yüzde 0 vergi; önünü, arkasını sormayacağım, yeter ki bu parayı benim sistemime koy.” Tabii, kötü para geldi, az olan iyi parayı da koydu ama kötü para tek başına gelmedi, kötü para kötü paracılarla birlikte geldi, mafya liderleriyle birlikte geldi, insan kaçakçılarıyla birlikte geldi, uyuşturucu kaçakçılarıyla birlikte geldi, baronlarla birlikte geldi. Onların geldiği Türkiye’de, bir tercihle, öyle onlarla çok uğraşmayan, uyumlaşan bir İçişleri yönetimi de vardı. Şimdi, öyle bir gün yaşıyoruz ki İçişleri Bakanı bu yapılarla mücadele ediyor ve herkes destekliyor; iktidardan, muhalefetten övgü alıyor ve “Aman, Bakanımızın arkasındayız, bu pisliklerden bizi kurtarsın.” deniyor. Arkadaşlar, bu pisliklerden bizi kurtarsın, Bakanın arkasında duralım, itirazım yok da bu Bakanı atayan kalem, kalemin ucundaki mürekkep aynı, kalemin sahibi aynı, bu Bakanı atayan da öncekini atayan da Recep Tayyip Erdoğan, bu gerçeği unutmayın. Eğer birileri bu Bakanın yaptıklarıyla övünmek istiyorsa önceki Bakanın yaptıklarıyla yüzleşmeyi, o sorumluluğu üstlenmeyi, onu tartışmayı göze almalıdır. Bunun yolu basittir, iki satır yazarsınız, Grup Başkan Vekilleriniz Türkiye’nin en deneyimli hukukçuları, önceki Adalet Bakanımız Süleyman Soylu’yla ilgili bir soruşturma önergesini yazar. 200 imza sizde var, destek imzası bizde var, 400 kişiyle yollarız, savcılık görevimizi yaparız; bu soruşturma varacağı yere kadar varır, aklanırsa aklanır, aklanmazsa bu ayıptan kurtulursunuz, bu utancı hep birlikte üstlenmezsiniz, biz buradayız.
Tabii, bütçe konuşurken yerel yönetimler konuşmadan olmaz. Türkiye’de iyi yönetilmeyen bir ekonomi ve kötü bir kamu yönetimi ve yerel yönetimler üzerinde büyük haksızlıklar var ama işin maddi kısımlarına geçmeden önce bir diğer kısmının altını çizmek durumundayım. Bugün benim memleketim Manisa’da insanlar Manisa’yı kimin yöneteceğine karar verebiliyorlar, belediye başkanı da seçecekler. Afyon’da seçebiliyorlar, Malatya’da seçebiliyorlar, Osmaniye’de, Rize’de seçebiliyorlar ama Diyarbakır’da seçtiklerinde, Mardin’de seçtiklerinde, Siirt’te seçtiklerinde “Siz seçseniz de biz size yönettiremeyiz.” diyorlar. Biz buna “Türkiye’de herkes eşittir ama birileri daha az eşittir.” deyince buna tepki veriliyor. Peki, burada sözüm AK PARTİ Grubuna. Bir Siirt üçlemesi var, bilir misiniz? Tarih 6 Aralık 1997 Siirt Meydanı Recep Tayyip Erdoğan bir şiir okur; şiir şiirdir, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamındadır ama gün gelir soruşturma açılır, görevden alınır, hapse sokulur ve ardından onun da mağduriyetiyle bir parti kurar, partisi iktidara gelir ama muhtar bile olamaz. Bu sefer tarih 9 Mart 2003’tür Deniz Baykal ve arkadaşları “Bir partinin Genel Başkanı en yüksek oyu aldıysa Başbakan olmalıdır.” der. Siirt’te karşılıklı milletvekilleri boşaltılır, Recep Tayyip Erdoğan Siirt’ten Milletvekili olur, yedi gün sonra yemin eder Başbakan olur ve devamında o Siirt halkı, 31 Mart 2019’da sandık başına gider, Tayyip Bey’i Milletvekili yapan oylarla kendisine bir Belediye Başkanı seçer. Tayyip Bey de o Belediye Başkanına kayyum atar. İşte, Siirt üçlemesi budur. Benim bu konuda söyleyeceğim laf bu.
Diğer yandan, tabii ki öyle bir yerdeyiz ki genel bütçeden belediyelere bir pay dağıtılıyor, orada bir sorun yok ama o paranın kimseye yeteceği de yok. Esas mesele, bakanlıklardan belediyelere çeşitli mekanizmalarla yapılan ayni veya nakdî yardımlar; bunun için İller Bankası var. İller Bankası bütün belediyelere eşit davranmak zorunda değil mi? Eşit davranacak. Cumhuriyet Halk Partili belediyeler yüzde 65’e hizmet verir, İller Bankasından yüzde 10 alır; yüzde 35’e hizmet verenler yüzde 90 alır. Yine, eşit davranması gereken bir diğer kurum Belediyeler Birliği mi? Evet. Belediyeler Birliği, aidatın yüzde 56’sını CHP’li belediyelerden toplar ama hizmetin neredeyse tamamını Cumhur İttifakı’nın belediyelerine yapar. Hani diyorum ya, birileri eşittir, birileri daha az eşittir; birileri verdiği oylarla daha az eşittir, birileri ne kadar hizmet yaparsa yapsın genel iktidarın hasetliğinden biraz daha az eşittir. Tüm bu baskıları neden yapıyorlar biliyor musunuz arkadaşlar? Öyle meraklı gözlerle bizi dinleyenler varsa şundan yapıyorlar: 2019’da “CHP gelirse sosyal yardımları kesecek.” demişlerdi ama tam 5 katına çıkardık. Öğrencilerimiz sırf tarikat yurtlarına muhtaç kalsınlar diye onlara yurt yapmıyordunuz, beş yılda öğrencilerimiz için dünya standartlarında 61 tane güvenli yurt yaptık. 160 binden fazla üreticimize 10 milyardan fazla tarım desteği verdik. Gizli kapaklı ihaleler dönemini bitirdik, belediyelerimiz binlerce ihaleyi ve bütün belediye meclis toplantılarını canlı yayınladılar; sizinkilerin de hoşuna gitti, siz de şimdi canlı yayınlıyorsunuz ama şeffaf belediyecilikle Türkiye’yi tanıştırdık. Siz zeytinlikleri bile inşaat alanına çevirirken bizim belediyeler şehirlerine 4 değil, 40 değil, 400 değil, beş yılda tam 4 bin tane park yaptılar, yeşil alan kazandırdılar, onun için bize “Hizmet etmeyelim.” diye haksızlık yapıyorsunuz. Beş yılda 162 olan kreş sayısını 432’ye çıkardık, bunu şunun için yaptık: “Kadın, sosyal hayata katılsın.” diye yaptık, “Kadın, çalışma hayatına katılsın.” diye yaptık Sayın Bakanım, “18 tane bakanlıktan biri kadın olsun, Aile Bakanlığı olsun, o aile işlerinden anlar.” diye değil -Allah bir gün gerçeğini de ilan etmeyi nasip edecek bu partiye- “18 bakanlıktan 9’unu kadın bakan ilan edenler bu ülkeyi yönetsin.” diye yaptık.
Bir de Sayın Bakan, Sayın Cumhurbaşkanı Yardımcısı; senede bir kere sizi bulduğumuz için fırsat varken size aslında parti ayırmadan çalışması gereken Turizm Bakanını şikâyet edeyim. Diyor ki: “Muğla’da, Antalya’da belediyeler arıtma yapmıyor, ben yapıyorum.” 2,6 milyon Antalya’nın nüfusu ama 16 milyonu yabancı, 10 milyonu yerli 26 milyon turisti ağırlıyor. 2,6 milyona göre para veriyorsunuz, 26 milyona göre atık çıkıyor, atık su çıkıyor. Arıtmayı yapmak belediyenin boyunu aşıyor; beyefendi geliyor, sözleşmeyi koyuyor, at altına imzayı, yirmi beş yıllık atık su parasına el koyuyor. Amorti değeri ne biliyor musun Sayın Grup Başkan Vekilim, beş yıl. Yani o çaresizlik, yapamıyorsun, 26 milyon kişi atık su üretiyor, bütçen yok. Denize gitse rezil olursun, gitmesin diye imza atıyorsun, beş yıllık gider için yirmi beş yıllık parayı alıyor; bunu söyleyince de ondan sonra dönüyor diyor ki: “Bu, belediyelerin işi.” O belediyeler… Örneğin, Manavgat’ta yangın çıkıyor -Belediye Başkanımızın yangındaki emeğini siz de takdir ettiniz- kalan araziler var, arazileri satıyorlar, normal Millî Emlak satsa yüzde 40’ı Manavgat Belediyesine, TOKİ’ye devredip “Belediyenin payı belediyeye gitmesin.” diye muvazaalı işlem yapıyorsunuz. Yani bir memlekette muhalefet başarılı olmasın diye, başarılı işlerini artırmasın diye, bu parayla kendi hemşehrilerine hizmet etmesin diye muvazaalı işlem tesis edecek kadar ustalaştınız, muvazaalı işlem tesis edecek kadar hukuk dışına çıktınız; bunları tutanakların önüne geçirmek benim boynumun borcu. Böyle belediye başkanlarına nasıl sahip çıkılır 31 Martta milletimiz size gösterecek.
Herhâlde kimse buna itiraz etmez, darbenin en net tanımı Anayasa’yı ortadan kaldırmaktır. Darbeci topla tüfekle gelirse askerî darbe olur, sivil gelirse sivil darbe olur. Hedef, Anayasa’nın bir kısmını ya da tamamını ortadan kaldırmak. Geçtiğimiz günlerde böyle bir darbe girişimiyle karşı karşıya kaldık. Bu konuda, içinizdeki çok sayıda arkadaşım şahidim, 15 Temmuzda bu Meclis bombalanırken, bırakın bombalanmayı kapalıyken “Meclisi açalım, direnelim.” deyişimizi, bu Meclisi açışımızı, o gün şuradan, İsmail Kahraman’ın yanından “Yeni bir seçim yapılana kadar ana muhalefet partisiyiz, seçilmiş Parlamentonun, demokrasinin, hükûmetin arkasındayız, darbecilerin karşısındayız.” demiş olmamın şahitleri burada, basılan kitaplarda, tarih önünde. Bir gün size darbe yaptılar, biz sizinle birlikteydik. Şimdi, bize darbe yapıyorlar…
Arkadaşım, bakın, darbe bütün dünyada yapısı gereğince, doğası gereği darbe iktidara yapılır, bütün dünya döner muhalefete bakar, ana muhalefetin gözünün içine bakar. Bizim gözümüzün içine bakanlar, geçmişte sizin etle tırnak olduklarınız burada ateşi gördüler, demokrasiyi gördüler, bu millete sahip çıkmayı gördüler.
Bir gün kalktık, bir haber; Yargıtay 3. Ceza Dairesi Anayasa’nın 153’üncü maddesini yırtmış, atmış, bence “yok” diyor. Son fıkrası diyor ki: “Karar yasama, yürütme, yargı için bağlayıcıdır.” Hemen aradım Sayın Kurtulmuş’u “Başkanım, Danışma Kurulunu toplayın, buna nasıl tepki vereceğiz, konuşalım.” dedim. Çünkü o gece öyle yapmıştık, kapalı Meclisi açmıştık, hep birlikte toplanmıştık, artık durulamaz hâle gelince aşağı kata inmiştik, oturup darbeye karşı ne yapacağımızı yazmıştık. Cemil Çiçek de oradaydı, İsmail Kahraman da oradaydı, Sayın Erkan Akçay da oradaydı, hep birlikteydik; sandım ki bu darbeye de hep beraber direniriz. Sayın Başkan önce “tamam” dedi -gerekçesini açıklama tasarrufu; bugün mü tercih eder, anılarında mı yazar- üç saat sonra vazgeçti çünkü biz 6’mız birlikte darbeye direnemeyecektik. Sonra, ambargolu bir yazı geldi, Cumhurbaşkanı uçaktaymış, 13.30’a kadar ambargolu. Bir baktık ki Anayasa’yı, bir maddesini yürürlükten kaldıran darbe girişiminin başında Recep Tayyip Erdoğan varmış.
Yargıtayı sahiplendi. Bakın, mesele şu değil: Bugün 153’ü yırtıp atarlar, sorun yok; Sayın Bakanım, bir gün 82’yi, 81’i, 83’ü atarlar, bu Meclis kalmaz; 101’i atarlar, Cumhurbaşkanı kalmaz! Bindiği dalı kesen, güç zehirlenmesine uğramış, yapılan metni kendine ait gördüğü için uyup uymama hakkını kendinde gören bir anlayış” Haksız mı? Haklı, neden biliyor musunuz? “Anayasa” dediğin, toplum sözleşmesidir, her doğan için yapılır; siz OHAL’den istifade Erdoğan için yaptınız ya, bu şımarıklığı o yüzden, bu şımarıklığı o yüzden! “Bana yapılmış.” diyor, “Bana yapılmış, ister uyarım, ister uymam!” diyor. Bir Anayasa her doğana değil, Erdoğan’a yapıldıysa, uymadığı Anayasa’nın fiilî durumu ona uydurulduysa, işte şimdi de “Burasına uymayayım, nasılsa bizimkiler orasını da değiştirir, burasını da değiştirir!”
Bakın, çok net bir şey söyleyeyim, çok net: O Anayasa’da ne var biliyor musunuz? O darbe girişiminin bildirisini okudunuz mu siz? Ben darbe girişimlerinin bildirilerini okurum. Darbe girişiminin bildirisi şunu söylüyor…
Bir: Can Atalay’a diyor ki Can Atalay’a “Sen milletvekili seçilemezsin, bana gelir, kararı ben veririm.”
İki: Hatay halkına diyor ki “Sen kendine vekil seçemezsin, son kararı ben veririm.”
Üç: Hepimiz adına Devlet Bey’e, Sayın Bahçeli’ye diyor ki “Siz oturumun reisi olarak davet edersiniz ama kürsüye gidecek mi, kararı ben veririm.”
Dört: Size diyor ki “Meclis Başkanı, bir karar verdim, bugüne kadar niye okutmadın?”
Biz, hepimiz bu makamlara, bu mevkilere bu kadar saygılıyken Yargıtayın bu darbe girişimine siz karşı çıkmıyorsanız, Tayyip Erdoğan karşı çıkmıyorsa, karşı çıkması gerekenler çıkmıyorsa biz 15 Temmuz gibi yine sizin yerinize ve sizin de lehinize demokrasi için bu darbeye direnmeye devam edeceğiz arkadaşlar.
Dış politikada sadece şunu söyleyeyim: Seçildiğim gün önce Kıbrıs’a gittim, sonra Bosna Hersek’e. Bosna Hersek’e gitme sebebim, 11 Temmuz beklenebilirdi ama orada Aliya İzzetbegoviç’in şu sözünü hatırlatmaya gittim: “Unutulan katliamlar tekrarlanır.” O gün Aliya İzzetbegoviç’in, Bosna Hersek’in sesini duymayanlar bugün de Filistin’in sesini duymuyorlar demeye gittim, yine utanırsınız demeye gittim, yine mahcup olursunuz demeye gittim. Bu hafta sonu Almanya’daydım, Alman Sosyal Demokrat Partisinin kongresindeydim. Alman Şansölyesiyle konuştum, Alman Sosyal Demokrat Partisinin Eş Genel Başkanlarıyla konuştum ve şunu söyledim: Bir ülkenin güvenlik kaygıları başkadır ama bir ülkenin çocuk öldürmesi, hastane vurması, sivil vurması, bahanesi ne olursa olsun katliam yapması başkadır. Biz bu sınırların içinde muhalefet partisiyiz, bu sınırların dışına çıktığımızda bir yanlış yapıyorsanız peşinize dizilecek değiliz ama ülkenin haklı davasında, Filistin’in haklı davasında, Azerbaycan’ın haklı davasında, Kıbrıs’ın haklı davasında sizden fazla bu davanın arkasındayız, takipçisiyiz.
Dedim ya, taraf olun, taraf olun, taraf olun diye. Bizim tarafımız belli, biz bir mücadelenin tarafındayız. Bizim mücadelemiz, 7.500 lira emekli maaşına mahkûm edilmiş Faika teyzenin mücadelesidir; bizim mücadelemiz, mahalle pazarında akşam olmasını bekleyip yüzünü örten Zehra annenin mücadelesidir; bizim mücadelemiz, kadrolu arkadaşları yemeğe geçerken “Benim karnım tok, bugün iştahım yok biraz.” diyerek öğün atlayan taşeron işçi Rıza’nın mücadelesidir; bizim mücadelemiz, atanamadığı için, atanmadığı için özel okulda ders ücretiyle asgari ücretin yarısına çalışan Sevgi Öğretmenin mücadelesidir; bizim mücadelemiz, profesyonel emeği sömürülen, ucuzlaştırılan, değersizleştirilen tüm emekçilerin mücadelesidir. Bizim mücadelemiz, haklıların, emekçilerin, emeklilerin mücadelesidir. Bizim mücadelemiz, ölünmeyecek yerde ölenlerin, ölenlerinin ardından yas tutanların, Soma’daki 301 işçinin, Ermenek’te, Amasra’da ölenlerin, Erzurum’da elektrik onarımına giderken buzun üstünde ölenlerin, tren kazasında ölenlerin, barut fabrikasında ölenlerin, havai fişek fabrikasında ölenlerin, onların arkasından yas tutanların ve onlar için mücadele eden herkesin mücadelesidir, Akbelen’in mücadelesidir, Yırca’nın mücadelesidir, derelerin mücadelesidir, ekoloji mücadelesidir. Bizim mücadelemiz, bu halkın mücadelesidir, bu mücadele için bu milletle birlikte mücadele etmeye, var olmaya, çalışmaya devam edeceğiz. Bu bütçe, onların bütçesi olmadığı için bu bütçeye ret oyu vereceğiz.